Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Sevgili Gençler I

10.09.2017
1.945
Sevgili Gençler I

Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır

70’li yılların sonuna doğru, kapatılmış Türk Dil Kurumu genel yazmanı Cahit Külebi ile aramda şöyle bir telefon konuşması geçmişti: “Sayın Tanrıkorur, geçmiş olsun” (bir ara hastanede yatmıştım), “Teşekkür ederim Cahit Bey nasılsınız?” “Eh, şöyle böyle idare ediyoruz.. Sayın Tanrıkorur, sizin yazılarınızı okuyorum da, öz Türkçeye bu denli karşı olmanıza anlam veremiyorum.. Oysa yaşınız da bizden hayli genç..” “Cahit bey , ben sadeliğe de, Türkçeye yeni terimlerin kazandırılmasına da karşı değilim. Yetmiş yıl öncesinin Türkçesiyle yazmadığımı görüyor olmalısınız. Ben dile ve sanata politika bulaştırılmasına, bin yıllık kelimelerimin politik sebeple atılıp yerlerine zorla bir kelime uydurulmasına ve “öz Türkçe” diye halka yutturulmasına karşıyım.” “Ama sayın Tanrıkorur (dikkat edin, ben saygı geleneğimize uyarak kendisine ‘Cahit Bey’ diye hitab ettikçe , o bana, sanki bir milletvekili veya yabancıymışım gibi –çünkü sadece yabancılar böyle yapar- hep ‘sayın Tanrıkorur’ diyor), ben şiirlerimde artık ‘hayat’ sözcüğünü kullanamıyorum. ‘Yaşam’ ne güzel, yaşama sevinciyle dolu. Sizce de öyle değil mi?..” “Peki Cahit bey, sevdiğiniz birisi, mesela eşiniz veya kızınız, sizden bir şey isteyince ‘Tabii hayatım, olur’ mu diyorsunuz, yoksa ‘Doğal, yaşamım, olur’ mu diyorsunuz?” “Canım, o zaman ben de ‘hayatım’ demem, ‘canımın içi’ filan derim.” “Peki Cahit bey, kullandığınız ‘can’ Türkçe mi?!…” Telefonda ekran olmadığı için, bu son sorum karşısında muhatabımın yüzünün ne renk aldığını göremedim. Hatırladığım, konuşmanın geri kalan kısmının ‘evet-ama-fakat-hayır-yani-şey..’le devam edip “Size de iyi günler’le bittiği..

A.Cevat Emre’ye “Dil işini çıkmaza soktuk, bakalım nasıl düzelteceğiz” diyen Atatürk’ün, Türk Dil Kurumuna 1934’de gönderdiği (uydurma kelimelerle dolu) kutlama telgrafındaki Türkçe ile, 1936’ da gönderdiği kutlama telgrafındaki normal Türkçe kıyaslanacak olursa, yanlışı kendisinin de görüp dönmeğe çalıştığı kolayca ortaya çıkar. Nitekim bir konuşmasında “Ketebe-yektubu Arabın, mektup bizimdir” demiştir ki dil açısından doğru bir tesbittir. ‘Ketebe- yektubu’ Arapçada ‘yazdı-yazıyor, yazar-yazacak’ anlamlarına gelir. Atatürk başka bir dilden kelime alınabileceği, ama o dilin fiilleriyle konuşulamayacağını söylemek istemiştir (Gazi bugünleri görüp de Türklerin ‘drije eden’, ‘organize bürosu’, lanse edilen’, ‘stresliyim’, şok oldum, doping yapmış, raitingi arttı’ diye konuştuklarını duysaydı, dil için bir istiklal mahkemesini derhal kurardı herhalde!). Atatürk’ün söylediği ‘kelime’ için de, daha pek çokları için de geçerlidir. ‘Keleme-yeklimu’ Arabın, ‘kelime’ bizimdir dersek, aynı doğruyu bir başka örnekle ifade etmiş oluruz. Aynı şekilde, Fenike dilinde ‘öküz’ demek olan ‘alef’ kelimesi, alfabenin ilk harfinin adı olarak ‘alfa’ şeklinde Yunancaya, oradan da ‘elif’ şeklinde Arap ve Osmanlı alfabelerine geçmiştir. Ama Elif, kızlarımızın zarafetini remzeden ve Türkçeden başka hiçbir dilde bulunmayan bir kız ismi olarak –kökü nereden gelirse gelsin- yüzde yüz Türkçedir ( aynen Farsça bir çiçek ismi olan ‘lâle’ ile bir ağaç ismi olan ‘serv’in –Emrah’ın sevgilisi Selvi Han’daki- kız ismi olarak Türkçeleşmesi gibi). Ama konu fiilini kullanmıyorsak ismini niye kullanalım’a kadar görürülecek olursa, işte iş o zaman çığrından çıkar ve ‘sözcük’lerde kelle avcılığı başlar; bilmece çözmekten çok daha zevkli (!) bir ‘uğraş’a dönüşeceği için de önü alınamaz. ‘Mektup’tan bize ne, ‘yazlaç’ de gitsin! ‘Kitap’a ne diyelim? ‘Yazırgı’ (Betik tutmadı çünkü). Peki ‘makale’? O da ‘söylenti’ olsun! Oh, ne güzel! Söyle, söyle, daha başka ne var? ‘Sokak’ Arapça, at gitsin! Ne diyelim?.. Dur bakayım.. Tamam, buldum. Sokaktan ne yapılır? Geçilir. O halde ‘sokak’ın öz Türkçesi ‘geçilge’dir. Peki ‘cadde’? Ona da ‘büyük geçilge’ deriz. Peki, ‘resim çerçevesi’nin biri Arapça, biri Farsça; onu ne yapacağız?.. Kolayı var. Resim ne yapılır? Çizilmez mi? O halde Türkçesi ‘çizgit’. Çerçeve de Farsça ‘çarçube’den bozulmuş, ‘dört sopalı’ demek. O zaman ‘resim çerçevesi’nin Türkçesi ‘çizgit dörtçomağı’, ‘çerçeveci’ninki de ‘dörtçomakçı’ olur. ‘Karikatür’ mü? Ondan kolay ne var? ‘Çizgül’!.. Ressam ‘ çizgitmen’, karikatürcü ‘çizgülcü’..

Ve bu oyun böylece sürüp gider. Sakın başlamayın, bırakamazsınız! Benim bazen dostları güldürmek için yaptığım gibi, gözlük yerine ‘takgör’, kalem yerine ‘yazgaç’, kağıt yerine ‘yazgıt’, tabak yerine ‘aşkoy’, banka yerine ‘yatırçek’ demeğe başlarsınız. Ve Allah korusun, zamanla kendi yalanınıza inanır, onu sever, korur, savunur hale gelirsiniz. Bir de kısa zamanda meşhur olmuyor musunuz? Oooh, seyreyle sen gümbürtüyü! Öz Türkçenin gelişmesine yaptığınız üstün katkılar, dil kurumcularca ödül üstüne ödülle yüceltilir; TRT’cilerin zaten tek bayıldıkları şey, hemen ‘söyleşi’için kuyruktalar. Kendinizi bir anda Müslüman olmuş ABD başkanı gibi şöhret ve servetin zirvesinde bulursunuz. Ve hergün yeni ‘bulguç’larınızla bütün Türk dünyasını altüst etmeğe devam edersiniz. Pekii.. Ya ‘yaşamsal sürec’inizin sonuna gelip de kendinizde artık Arapça-Farsçaların yerine yeni sözükler bulguçlama gücünü bulamadığınız zaman? O zaman ne olur, biliyor musunuz? Güllerin-bülbüllerin, lalelerin-sünbüllerin, şairlerin-müzisyenlerin terk edip gittiği ıssız bir harabede, siz, başınız avuçlarınıza dayalı kara kara düşünüp artık çıkmayan sesinizle “Ne yaptım, kendimi nasıl aldattım” şarkısını söylemeye çalışırken, baykuşların yönetimindeki leylekler, bir ömür boyu bulguçladığınız sözcüklerle size ağıtlar takırdatırlar. Zira, sizin arı veya öz Türkçe dediğiniz o sözcüklerden, leylek takırtısından başka ne şiir çıkar, ne de müzik!.. (5 Ekim 1996)

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.