Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (1801-1876)

28.06.2017
3.083
Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (1801-1876)

“…Mustafa İzzet Efendi reisülulemalık, kadıaskerlik pâyelerine kadar yükselmiş olmasına rağmen, bu taassup havasının dışında kalarak bu güzel sanatın belli başlı şöhretlerinden biri olmuştur..” “Seyyid Mustafa İzzet Efendi 1801’de Tosya’da doğmuştur.Destbanağa-zâde Mustafa Ağa’nın oğludur. Annesi Şeyh İsmail Rûmi soyundandır. Küçük yaşında öksüz kalan Mustafa İzzet’i annesi tahsil için İstanbul’a gönderdi. Akrabalarının birinin yardımı ile, Fatih’te Kurşunlu Medresesi’ne girdi. Bir taraftan medrese derslerine devam ederken, diğer taraftan da zamanın meşhur bestekârlarından Musahib Kömürcü-zâde Hâfız Efendi’den ilâhiler, na’tlar meşk ediyordu. Fakat birgün tesadüf İzzet’i bu sade ve mütevazi medrese hayatından ayırdı. İkinci Mahmud bir selâmlık günü Bahçekapısı’nda Hidayet Camii’ne gelmiş ve Mustafa İzzet’in başarı ile okuduğu bir na’t i dinledikten sonra, bu küçük softanın sesini ve mûsikiye olan istidadını çok beğenmiş, takdir etmişti. İyi bir mûsikişinas olan padişah yanındakilere onun tahsil ve terbiyesine itina ve ihtimam olunmasını emretti. Henüz on dört on beş yaşlarında olan Mustafa İzzet Efendi, o zamanın adeti gereğince, önce Silahdar Ahmed Paşa’nın oğlu Ali Beğ’in dairesine alındı. Burada kaldığı üç sene içinde güzel yazıya, mûsikiye, başka bilgilere çalıştı. Sonra asıl Enderûn’a geçmek üzere Galata Sarayı’na verildi. Burada üç sene kaldı; nihayet 1818’de Enderûn’a çırağ edildi. Letâif-i Enderûn yazarı İlyas Efendi onun çıraklığını şöyle anlatır:

“(Silahdar-ı esba Gazi Ahmed Paşa-zâde Ali beyefendinin daire-i devletlerini bilmünasebe vürûd ve himmetleriyle hüner ve maarife bezl-i vücûd eden hattat Mustafa İzzet Efendi’nin sadâ-yı Davudi edâsı âlâ ve nay-ı nalânı cümleden bâlâ olduğu ittifak-ı ârâ olduğundan maadâ, hüsn-i hatta emsâli nâyab olduğundan mir-i müşarilileyh hazretleri evvel be evvel Galata Sarayı’na ve orada istidadı teşhir olunca Enderûn’a alınması takdir olundukta, Silahdar İlyas Ağa’ya mabeyinden haberler irsal ve böyle ehl-i kemal Galata Sarayı’nda kalmak reva-yı Hak mıdır diye sual olunca Silahdar Ağa, celbine kapı çudarını irsal ve oradan geldiği anda mâbeyne isal edildikte, iptidâ nayinin istimasında ikbâl ve ol dahi acem aşiran makamında bir taksim edip kemalini izhar ve her nağmede maharetini ikrar ettirdikte, orada hazır bulunan bazı ehl-i dil, bu kulunuzun çaldığı ney gibi Kutbi Nayi değil Çallı dahi çalamadığı şüphesiz delil gibidir; dediği her taraftan tasdik ve çavuş tarikine girmesi teşvik olunup Kiler’e çırağ buyurulduğu Silahdar Ağa’ya ifâde ve çavuşlara mülâzım olması netice-i meâl-i irâde olundu.)”

“Şu satırlar arasında bahis geçen Kut-i Nâyi, 18.asrın meşhur bestekârı ve neyzenlerinden Galata Mevlevihânesi şeyhi Osman Dede, Çallı ise o asrın ünlü neyzeni Derviş Mehmed’dir.”

“Mustafa İzzet Efendi saraya alındıktan sonra Dede Efendi, Dellâl-zâde, Şakir Ağa, Kömürcü-zâde, Numan Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Basmacı Abdi Efendi gibi zamanın meşhur mûsikişinasları ile düşüp kalkmağa başlamış ve (Küme Faslı) denilen ses ve saz topluluğunun belli başlı rükünlerinden biri olmuştu. Vazifesi icabı olarak padişahın tertip ettirdiği bütün eğlence âlemlerine, gâh sesi, gâh neyi ile iştirak ediyordu. II.Mahmud 1820 senesinin bir gününde Boğaziçi’ndeki Sultani Çayırı’na gitmişti. Öğleden evvel pehlivanların güreşlerini seyretmek, tüfek atmak gibi muhtelif eğlencelerle vakid geçirilmiş, yemek zamanı gelince musahibler, çavuşlar birbirlerini mızrap ile ızrab, sazların getirilmeleri hasbelicab olup tamam huzura hazır ve irâdeye muntazır olduklarında taam tamam oluncaya kadar adi şarkılardan,

Bir mecliste ol yâr ile bulundum
Neylerim âh ta ciğerimden vuruldum

şarkısını, Suyolcu-zâde Salih Efendi ile Neyzen Mustafa Efendi ve mülâzım Rifat Bey çağırmakta nâdire-i rüzgâr ve bunun arkasından,

İşittim ey meh-i nâzım
Geçer elbet bu niyâzım
Bilmezlikle açtım râzım
Şimden sonra neme lâzım

şarkısını bûselikte okudukları bergüzar gibi olup emsallerini âgâze etmede hanendeler murahhas ve bestelerden başkası mülâzımlara muhassas olduğundan,

Hiç elem çekmez idim seveydin beni sen
Canımda can gibi beslerdim seni ben

şarkılarına varınca çağırmışlar, padişahın iltifat ve ihsanlarına mazhar olmuşlardı.”

“1822 senesinin bir gününde de padişah Mustafa Paşa köşküne gitmiş, muhtelif eğlencelerden sonra (Küme Faslı matlub buyurulmağın filhal rasttan bir kısacık fasıl tanzim ve mülâzımlarından hanende Rifat Bey ile Neyzen Mustafa Efendi taksim edip berikileri peşrev ve semâi ve bestekâr nakış rubai denilen muntazam şeyleri usûl üzre âgâze ve pek haz olunacak mertebede çalıp çağırmışlardı.”

“İşte o gün çavuş mülâzımlarından Rifat Bey, Neyzen Mustafa Efendi ve Mukallit Aziz Bey’in rütbeleri mükâfat olarak çavuşluğa yükseltildi.”

“Mustafa Efendi sarayda on sene kadar kaldı; fakat o bu hayattan bıkmış, usanmıştı. Ne Sultaniye Çayırı’ndaki çeşitli eğlenceler, ne Ayazağa’da, Gümrükçü Osman Paşa Çiftliği’nde yapılan mehtab âlemleri ve ne de, Padişah’ın ihsan ve iltifatları kendini tatmin etmiyordu. Onun sanatkâr ruhu her türlü kayıttan, külfetten bir an evvel kurtulmak, sanatın hür ve temiz havası içine gömülmek istiyordu. Nihayet bu duygu ve düşüncelerin tesiri ile padişahtan münasip bir hizmetle çıraklığını ricaya karar verdi. Onun bu isteğini arzetmeğe vasıta olacak kişiler, İkinci Mahmud’un Mustafa Efendi gibi nâdir yetişen bir sanatkârı kolay kolay yanından ayırmıyacağını bildikleri için bu işi yapmak istemediler. Fakat o her ne pahasına olursa olsun, hacca gideceğini ileri sürerek bu ricasında ısrar etti. Sonunda 1829 yılında yüz kuruş aylıkla (Çırağ) edildi. İkinci Mahmud onun bu haline çok kızmış ve kendisine fevkalâde muğber olmuştu.”

“Mustafa İzzet Efendi, saraydan ayrıldıktan sonra, Necip Paşa’nın sure eminliği zamanında, müntesib olduğu Nakşibendi şeyhlerinden Kayserili Ali Efendi ile birlikte Hicaz’a gitti (1831). Abdullah Dehlevi halifelerinden şeyh Mehmed Can Efendi’ye misafir oldu. Oradan Mısır’a geçti; yedi ay kadar Kahire’de kaldı. İstanbul’a dönüşünde Mahmud Paşa Hamamı civarında bir ev satın alarak, kendi âleminde yaşamağa başladı. Fakat bu huzur ve sükûn çok sürmedi. Kötü bir tesadüf bir ramazan günü Efendi’yi padişahla karşılaştırdı ve bu karşılaşma az kalsın onun hayatına mâl oluyordu.

Başında Nakşi tacı, sırtında Dehlevi hırkası olduğu halde Beyazıd Camii’nde müezzin mahfilinde hatim indirirken, birkaç arkadaşı kendisinden müezzinlik etmesini rica ettiler. Efendi içinde doğmuş olacak (Padişah bu cami’e sık geliyor; sesimi işitecek olursa iyi bir şey olmaz) dedi ise de, (Padişah bugün İstanbul’a gelmedi ve gelmeyecek) diye kendisini temin ettiler. Fakat tam kamet esnasında İkinci Mahmud cami’e gelmiş ve namaza durmuştu. İzzet Efendi başına geleceklerden habersiz, namaz sonuna kadar en bilmüezzinlik yaptı. Padişah, Mustafa İzzet Efendi’nin sesini derhal tanımış, bununla beraber yanlış bir şey yapmış olmamak içini yâverlerinden Aşkar Ali Paşa’yı müezzin mahfeline kadar göndermişti. Paşa, ramazan hali ile Özbek dervişi kıyafetindeki eski kapı yoldaşını tanıyamamıştı. Hemen hünkârın yanına gelip müezzinlik edenin bir Özbek dervişi olduğunu haber verdi. Fakat o pür hiddet, (Mustafa Efendi’nin sadâsını ben bilmez miyim, Özbek diye beni mi aldatıyorsunuz?) diye başka birini mahfele gönderdi; orada bulunanların birer birer aşağı inmelerini irade etti. İzzet Efendi bütün bu olup bitenlerden habersizmiş gibi, yerinden bile kımıldamamıştı. Nihayet başka birini göndererek onu da aşağı indirtti.”

“Padişah, İzzet Efendi’yi görür görmez hemen tanımış ve (Mustafa Efendi olduğunu ben bilmez miyim?) diye mırıldanmıştı. Bir parmak işaretinin bir kelleyi uçurmağa yettiği o devirlerde, hiddet ve gazabına mağlup olan padişah, etrafındakilere derviş kıyafetli, sanatkâr ruhlu bu büyük adamın derhal yok edilmesin emretti. Fakat, zamanın hayır severlik ve kadirbilirliği ile tanınmış ve sevilmiş olan Musahib Said Efendi, ki o da girift üflerdi, Hüsrev Paşa bu meş’um emri sürgüne çevirtmeğe muvaffak oldular.”

“İzzet Efendi, padişahın kendisine karşı bu iğbirar ve infialine hiç de aldırış etmemişti. Hattâ bu hadiseden bir gün sonra, kendisine Bayezıd’da rastlayan hocası Kömürcü-zâde Hâfız Efendi’nin (Akşam efendimiz Özbek kıyafetiyle görünmüş olduğuna kızdılar. Elbiseni değiştir, başına fes giy) yollu nasihatlerine kulak bile asmamış ve (sikkeyi başka kisveye tebdil edemem) cevabını vermişti.”

“Padişah ertesi gece Hâfız Efendi’yi yanına çağırtarak,

-Gerçi nefiyden de affettim amma, Mustafa Efendi’nin şu kıyafetle beni i’lân edişine pek canım sıkıldı) dedi.

Kömürcü-zâde, padişahın bu yumuşaklığından derhal istifade ederek; (Kulunuz bugün kendisini Bayezıd’da gördüm; tekdirâmız pek çok sözler söyledim. Fakat bana verdiği cevapta, (Bir bende velinimetime halini arz eder mi, etmez mi?) diye sordu. Evet eder dedim, (Bu heyet-i ihtiyarım efendimize vesile-i arz-ı ahval olur mütalâ ve emelime münhasir idi. Halimi anlatamadığımı anladığımdan pek meyyus oldum dedi ve ağlayarak gitti) dedi.”

“Halbuki İzzet Efendi ne bu sözleri söylemiş, ne de ağlamıştı. Kömürcü-zâde’nin uydurduğu bu konuşma, padişahla Efendi’nin arasını bulmak düşüncesinden ileri gelmişti. Ertesi gece aynı konuşmayı Kömürcü-zâde’nin ağzından bir kere daha dinlemek arzusunu gösteren padişah, (Benim ona dargınlığım yoktur; ancak hüner ve kadrini zayi etmek sevdâlarında gördüğümden canım sıkılıyor) karşılığında bulunmuş ve birkaç gün sonra Mustafa İzzet Efendi’nin iştirakiyle, sarayda yapılan bir küme faslının güzel ahengi içinde, bütün bu yersiz kin ve iğbirar ortadan kalkmıştı. Efendi, padişahın ölümüne kadar saraydaki saz âlemlerine iştirak etmiştir.”

Abdülmecid’in cülûsunu müteakip Eyup Camii hatipliğine ve Lâleli Camii evkaf kaymakamlığına tayin edilmiş olan Mustafa İzzet Efendi, 1845’de saraya ikinci imam olmuş, muhtelif tarihlerde Selânik, Mekke, İstanbul Kadılığı, 1849’da da Anadolu Kadıaskerliği pâyeleri tevcih edilmiştir. Aynı sene içinde Rumeli kadıaskerliği pâyesiyle saraya başimam olmuş ve bir sene sonra Abdülaziz’in müzakereciliği hizmetine tayin edilmiştir. 1852’de imamlıktan ayrılmış, iki defa Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye âza, Reisü’l Ulemâ, Nakibü’l-Eşraf ve Meclis-i Vükelâ’ya memur olmuştur.”

“Mustafa İzzet Efendi 15 Kasım 1876 günü vefat etmiş ve Tophâne’de Kadirhâne mezarlığına defnedilmiştir. Orta boylu, şişmanca, mavi gözlü, güzel ve güler yüzlü, beyaz sakallıi penbe yanaklı imiş.”

Hat (yazı) derslerine Ali Beğ’in dairesine alındığı yıllarda sülüs ve nesih dalında Çömez Mustafa Efendi’den (?-1852) ders alarak başladı. Taliyk türü yazıyı Yesari-zâde Mustafa İzzet Efendi’den (1776-1849) meşk etti. Hat sanatımızın en başarılı hattatlarındandır. Cumartesi günleri yazı çalışmaları yapmaz, hattatların hergün çalışması gerektiği için, (Cumartesi günleri yazdığım yazıları, aradan kırkı yıl geçse ensesinden tanırım) dermiş. Kendisi de iyi bir hattat olan Sultan Mecid’in yazılarını düzeltirmiş. Padişah bir gün sinirli bir anında Efendi’yi azarlayınca uzun zaman yazı yazmamıştır. Öğrencilerinden Muhsin-zâde Abdullah Bey’in ısrarı ile yeniden başlamış.

Yazı sanatında en başarılı öğrencileri Şerif Bey, Hasan Rıza, Kayış-zâde Hâfız Osman, Mehmed Hilmi , Hasan Sırrı, Hasan Tahsin, Selim, Zahide Selma Hanım, Cahdeti Efendi, Abdullah Zühtü, Muhsin-zâde Abdullah Bey, Şefik Efendi, Burdurlu Osman Efendi’dir. Şefik Efendi’yi çok takdir eder. (Şefik! Allah beni sensiz cennete sokmasın) dermiş.

Ord.Prof. Ahmed Süheyl Ünver, “Yazıda zamanında Şeyhi ve Hâfız Osman, Talik’de Mir Ali ve Mir İmâd derecesinde itibar edilmiştir. Değişik imza atar, mutlaka tarih koyar” diyor.

Bursalı Tahir Bey “Osmanlı Müellifleri” adındaki eserinde belirttiğine göre 16 Kur’an, 15 Delâil-i Hayrat, 250 Hilye, 30’dan çok En’am ve Kasaid, Murakkaat, çeşitli camilere levhalar yazmıştır. En ünlü yazıları 3uşunlardır: Ayasofya Müzesi’nde halife levhaları ve Kubbealtı “Nûr” Âyet-i Kerimesi, eski Daire-i Umûr-i Askeriye, şimdiki İstanbul Üniversitesi kapısının iç tarafındaki Taliyk Kitâbe, Mısır’da Mehmed Ali Paşa türbesindeki “Sûre-i Dehr” ve Taliyk hatla yazılmış tarih sayılabilir.

Mustafa İzzet Efendi en çok nesih, sülüs, celi-sülüs ve celi-taliyk türü yazılarda eserler vermiştir. Yukarıda sayılanlardan başka Hırka-i Şerif Camii, Bursa Ulu Camii, Kasımpaşa Büyük Piyâle Camii’nde, hattâ Washington anıtında taşa oyulmuş yazıları vardır. Uğur Derman’ın dediği gibi, “Hattatların içinde Kadıasker ayarında bir mûsikişinas yoktur. Mûsikişinaslar içinde Kadıasker derecesinde bir hattat görülmemiştir.” Atası Şeyh İsmail-i Rûmi’nin gömülü bulunduğu dergâhın mezarlığına defnolunurken adı bilinmeyen bir kişinin, “Efendiler! Buraya gömdüğünüz bir maarif sandığıdır” dediği söylenir.

“…Mûsikinin bestekârlık ve icrakârlık alanlarında devrinin en önde gelenlerinden biridir. Mahmud Kemal İnal üstadımız Son Asır Türk Şairleri’nde (Ney üflemede emsali nadir gelenlerden olduğunu dinleyenlerden dinledik) diyor. Merhum Abdurrahman Şeref Bey de onun hakkında şu satırları yazmış: “Hâşim Bey, Dellâl-zâde ve Rifat Bey gibi mûsiki üstadlarımız, Efendi için Hoca-i Zaman derlerdi. İhtiyarlığında ney üfleyemez olmuş ve sadâsı dahi kalınlaşmıştı. ‘Ali Paşa hanendesi meşhur Ali Bey nakdederdi ki, paşanın huzûrunda bazı akşamlar saz tertip olunur ve ekseriye Hoca Efendi dahi bulunurdu. Biz genç hanendeler tize çıktığımız zaman Âli Paşa (Beyefendiler! Hoca Efendi Hazretlerini dinleyeceğiz) emirleri ile bizleri pest perdeye davet eylerdi.”

“Mustafa İzzet Efendi bir bestekâr olarak bize az, fakat özlü eserler bırakmıştır. Çoğu Türk Musikisi’nin her bakımdan en geniş ve en zengin bir formu olan şarkı şeklindeki bu eserler, ondaki bestekârlık kudret ve kabiliyetinin en güzel, en parlak delilleridir. Bu eserler arasında bilhassa bestenigâr makamında, ağır aksak usûlünde şarkı ile, segâh makamında ağır aksak semâi usûlündeki şarkı hepimizin bildiği, sevdiği eserlerdendir. Bunlardan başka az kullanılmış makamlarımızdan olan mâye makamındaki iki ağır aksak şarkı ile bestenigâr ve ferahnâk makamlarındaki iki şarkı da türünün en başarılı örneklerindendir. İyi bir neyzen olan Efendi, saz mûsikisi yolunda da eser vücûde getirmek istemiş ve tarz-ı cedid makamında bir peşrev bestelemiştir. Dini mûsiki eser olarak iki durak ile bir ilâhisi biliniyor. Neylerinden ikisi Neyzen Niyazi Sayın’a intikal etmiştir. Bunlardan birinin üzerinde talik hattı ile şu beyit yazılıdır:

Dürbin-i nâyi destine al, seyret ne imiş
Neye halketti deme, Hazret-i Mevlânâ’yı

Dellâl-zâde İsmail Dede Efendi bir eser bestelediği zaman Efendi’ye okur fikrini alırmış, Zekâi Dede’nin de yazı hocasıdır.

“Onun yazı ve mûsiki derecesinde olmamakla beraber, tasavvufi bir duygu ve neşve ile yazdığı bazı manzûmeler de vardır. Tanrı varlığından ayrı düşmenin melâlini, fâni âlemde bekaya ermenin sırrını, ilâhi aşkla yorgun ve mecalsiz kalmanın ıstırabını, ilâhi aşkın neyden gönüle, gönülden neye sızan, akan seslerle gizli olduğunu, fakat, bunu aşk ehlinden başka kimselerin anlamayacağını şu âşıkane gazelinde ne güzel anlatmış:

Bezm-i vahdetten cüdâ bir nây, bir ben, bir gönül
Fâni-i bâki-nümâ bir nây, bir ben, bir gönül

Hayretinden geh güler, geh ağlar, inler dem-be-dem
Bül-aceb divâne-hâ bir nây, bir ben, bir gönül

Cism-i zâri hemçü nâl ü haste hâl ü bi-mecâl
Hasbihâli her belâ bir nây, bir ben, bir gönül
Sana benzer İzzetâ, bir nây, bir ben, bir gönül

Dr.M.Nazmi Özalp-Türk Musikisi Tarihi kitabından alınmıştır.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.