Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Müzik ve Politika

10.09.2017
2.110
Müzik ve Politika

Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır

Kadın Fransız, adam Türk, Tarih yaşıyla 250 yıllık evliler, ama ne adam kadına Türkü tanıtıp sevdirebilmiş, ne de kadın adamı Fransızlaştırma sevdasından vazgeçmiş. Adam rakı istedikçe, kadın “Olmaaz! Çağdaş ülkelerde rakı içen var mı? Ya şarap, ya viski!” dermiş. Adam pastırma dedikçe, kadın “Olmaaz! Pastırma çağdaşlığın baş düşmanıdır!” der, jambon getirtirmiş. Adam bol sirke-sarmısaklı işkembe çorbası dedikçe, kadın “Ayy, ne banal zevk!” deyip salyangoz çorbası getirirmiş. Adam ızgara köfte dedikçe, kadın domuz rosto, adam fıstıklı baklava dedikçe, kadın fram-buaz jöle istermiş. Adam harmandalı-çiftetelli-zeybek oynuyor, halay çekiyor, şarkı-türkü söylüyor; kadın vals, tango, fokstrot, çaça, twist, rock’n’roll, shake, reggae yapıyor, aryalar, pop şarkıları filan söylüyor. Üç çocukları var: kız manken, bir oğlan artist ajanı, öbürü turist rehberi. Üçü de kültürsüz, amaçsız, inançsız. Şimdi boşanmak için hakim önündeler; adamın ağzı yine sarımsak kokuyor, kadının gözünde yine aynı at gözlüğü.. Hakime şöyle diyor: “Sayın yargıç, insan duygu ve düşüncelerinin karmaşıklığı ve yüksekliği ile beslenme politikasının bunun bir ifade aracı olduğu gerçeği göz önüne alınacak olursa, çağdaş uygarlığın yüksek kültür düzeyine ve ifade zenginliğine ancak şaraplı domuz etiyle varılabileceğini ben bu adam 250 yıldır bir türlü anlatamadım!”

Yukarıdaki satırları, 1988’de Kültür ve Turizm Bakanlığının yayımlayıp görüş almak için göndermiş olduğu “Türk Müziği Politikası- Kısım I: Amaçlar ve İlkeler” başlıklı broşürü okuduktan sonra yazmıştım. Az önceki fıkradaki kadının hakime söyledikleri de, o broşürde yer alan sözlerin (sayfa 4, Madde 4) pek az değiştirilmişti. Kolayca anlaşılacağı gibi, Fransız kadınla 250 yıldır evli Türk, bizim mizahımız. İnsan mantığının alamayacağı saçmalıklar karşısında kaldığı zaman, “la-havle” çekip dişlerini gıcırdatıyor ve ister-istemez işi hicve vuruyor. Ya şu mübarek mizahla hiciv de olmasaydı, nasıl topraklardık bunca sinir elektriğini acaba?… Bağrımız, latifeci bir dostun sözüyle, “taş basa basa kuş kursağı gibi taşlık” olurdu herhalde!…

Hükümet değişiklikleri bir tür nöbet değişikliğidir. Nöbeti biten gider, ama belli misyon veya amaçları olanlar, görevin çok kısa süreli olduğunu bile bile, hazır fırsat ele geçmişken, düşündüklerini kuvveden fiile çıkarmak isterler. Ulusal/uluslar arası sempozyumlar, kongreler, rostrumlar, amaçlar-ilkeler-genelgeler, hep bu iyi niyetli çabaların ürünüdür. Sonra ne olur? Yani nöbet bitip de “OLUR” kalemi başkasına geçince?… İşte burası işin en az sevimli olan tarafıdır. Köklü devletlerin, hükümetlere ve bakanlara göre değişmeyecek olan temel politikaları vardır. Bu duruma henüz gelmemiş olan ülkelerde ise, “benden sonra tufan” diye düşünülmesi tabii hale gelir. Türkiye’de temeli yanlış ilkelere dayandırıldığı ve ayakların yere değdirilmesi şu ana kadar hemen hiçbir hükümetin ciddi meselesi olmadığı için, zamanla kangren halini almış, dolayısıyle düzeltilmesi fevkalade zorlaşmış konulardan biri, müzik eğitimi politikasıdır. Cumhuriyetin kurulmasından tam 40 yıl sonra, “planlı” döneme geçirildiği 1963’ten bu yana, kalkınma planlarına müzik ya hiç girmemiş, ya çok güzel-süslü-sevimli, yusyuvarlacık “yapılacak”larla “edilecek”ler, temcid pilavı gibi her 5 yıllık plana konmuş; ama ne hikmettense bir Allahın kulu da çıkıp “Yahu bu cak’lar cek’ler 5-10-15 yıl önceki planlarda da vardı; bunları plana gerçekten yapılsın diye mi koyuyoruz, yoksa salonun (pardon, sayfanın) bir köşesinde aksesuar olarak göze hoş görünüyor diye mi?” diye sormamış. Fadime’nin kendisiyle biraz ilgilenmesini istediği, ama ne yazık ki, balıktan yorgun-argın dönmüş, gözü hemen yemek yiyip uyumaktan başka şey görmeyen Dursun’a söylediği şu söz, bana bu konuya en uygun atasözü gibi geliyor: “ Ola opmağa niyetin yok, yanağın nerede diye soraysun!” 22 yıl sonra, 1985’te başlayan V.Beş Yıllık Kalkınma Planında, bu ülkede bir de “Türk Musikisi” diye bir sanat dalı olduğu hatırlanmış, “Bugüne kadar ihmal edilmiş olan Türk musikisinin araştırılması vs.vs. …cektir’li bir günah çıkarma cümlesiyle rahatlamak istenmiştir. İstenmiştir. İstenmiştir de ne olmuştur? 1975’de kurulan Türk musikisi Devlet Konservatuarı mezunlarına öğretmenlik hakkı dahi çok uzun süre verilmemiştir. Bugünse, Konya, Edirne, Malatya’da birer T.M.D.K. kurulmasına Y.Ö.K. ne şartla izin veriyor, biliyor musunuz? “Adı Türk musikisi olarak kalabilir, ama müfredat olarak Hacettepe Üniversitesinin Batı müziği müfredatı uygulanacak!” Şimdi biz, “Efendiler, sizin bütün özleminiz Türkiye’yi Batının müstemlekesi olarak görmek mi?” diye sorsak, acaba haksız mı oluruz? Tütütüü! Ağzımdan yel alsın! O ne biçim söz öyle? Şanlı tarihi boyunca bağımsızlığını hep korumuş olan yüce milletimiz, düşman işgali altına girmemiş ve girmeyecektir. Doğru. Ama bu yüce millet , Falih Rıfkı Atay’ın Çetin Altan’a söylediği “Biz kendi memleketimizde sömürgeci gibi dolaştık” itirafında da açıkça görüldüğü gibi, yabancı düşmanın değil, öz kültürlerinin hem cahili, hem düşmanı olan kendi aydınlarının –işgali olsa yine iyi- işkencesi altında, uzun bir süredir…. (4 Mayıs 1996)

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.